adscode
adscode

Cemaziyelevvelini bilmek

Ucundan kıyısından ben de yetiştim ama daha çok okuduklarımdan biliyorum eskiden gazete köşeleri şimdi olduğu gibi bu kadar çok siyasi yazılarla dolup taşmıyordu

Siyaset yazarlığını işin erbabı yapar, geride kalan yazarların önemli bir kısmı da gündelik hayat, edebiyat, şiir, yemek, seyahat, sanat, mizah, roman, mimari, kültür, şehir, tiyatro, magazin, sinema gibi gündelik siyasetin dışındaki alanlarda kalem oynatırlardı. Yazı yazanlar, yazıyı ciddiye alırdı. Herkes bilgi ve dil yanlışı yapmamak için özel bir çaba harcardı. Bazen bazı mühim meseleler polemik konusu olur, o polemik bazen iki yazarı aşar diğer gazete ve dergilere de sirayet eder, ortaya tadına doyum olmaz polemik yazıları çıkar, hem okuyan keyif alır hem de kalem kavgasına girişenler birbirlerinden bir şeyler öğrenirlerdi. Bazen de bu polemikler nahoş hadiselere de yol açar, yazarlar, şairler, muharrirler önce köşelerinde “ben senin cemaziyelevvelini bilirim” der, bu cümleyle kavga sertleşir, bir süre sonra birbirlerine rastladıkları yerde yumruklarını konuştururlardı. Bu yüzden Babıali’de birbirinden dayak yemiş bir hayli muharrir vardır.

 

*

 

Şimdi ne o muharrirler var ne o yazarların ilgilendiği siyaset dışı mevzular, ne de o muhteşem polemikler… Şimdi her yerde siyaset var, herkes birer Jean-Jacques Rousseau, herkes birer Churchill maşallah! Hatta son yıllarda iş öyle bir hal aldı ki, gündelik siyaset üzerine yazı yazmayana yazar denmiyor artık, siyaset dışı yazı yazanı “çiçek-böcek yazıyor” diye hafife alıyorlar. (Bu arada ben de “masal-hikayeyle” sizi kandırıyormuşum haberiniz olsun!) Öyle olmasaydı, yani satın alınan tek mal siyaset olmasaydı, gazeteler bu kadar siyaset yazarını barındırır mıydı? Demek ki müşteri bunu istiyor.

 

 

Bu yüzden seçim günü yazı yazmak zorunda olan gündelik siyaset yazarlarının en zor günü olsa gerek. Dört, bazen de beş yıl boyunca hemen hemen her gün siyasete dair yazı yazmak zorunda olan köşe yazarına o gün “siyasete dair yazman yasak, başka bir konu bul kendine” diyorlar. Siyaset yazarı ister istemez bağrına taş basıyor, istemeden de olsa siyaset dışı bir mevzu arayıp buluyor, bu mevzu çoğunlukla aşk oluyor, oturup o gün gönlünce aşka dair bir yazı döşüyor. Hemen hemen her yazısında, tarafını tuttuğu parti iktidardaysa eğer ona “memleket nasıl yönetilir” dersini veren; tuttuğu parti muhalefetteyse eğer “nasıl iktidara gelinir” tavsiyesinde bulunan köşe yazarı, zaman zaman bu “kaçamak aşk” yazısında bile kalemine hakim olamayıp “aşkta nasıl iktidara gelinir” bahsine girse de, sonunda o gün “her türlü iktidara gelmenin yollarından” bahsetmenin yasak olduğunu hatırlayarak tekrar başkasının kaybettiği ama kendisinin bulduğu sandığı aşk mevzusuna geri dönüyor ve yazarlık hayatı boyunca aslında yazdığı upuzun, yıllarca süren tek bir yazı olan siyaset yazılarının arasına şöyle duygusal, içten, samimi bir “insört” atıp, külliyatına şöyle okkalı bir ara başlık girmiş oluyor.

 

*

 

Seçimin ilk turunda yaptığım gibi, bugün de gözüm siyaset yazarlarının yazdıklarında olacak. Ciddiyim ve zerre kadar ne dalga geçiyor ne de kimseyi tiye alıyorum, ayrıca haddim değil ve bir zamanlar ben de siyasete dair bir yığın abuk sabuk yazı yazmışım, üstelik hiçbir öngörüm tutmadığı gibi, siyaset erbabından hiç kimse de yazımı okuduktan sonra, “vay, zahmete katlanıp bizi yanlıştan döndürmenin yolunu göstermişsin, şükran sana” deyip politikasını değiştirmedi; bu yüzden gerçekten de böylesi günlerde siyaset yazarlarının siyaset dışı yazılarına iyi bir okur merakıyla yaklaşıp okuyorum. Mesela birisi kütüphanesini düzenlemekten bahsediyor, birisi bir alışveriş merkezinde torun gezdirmesinden, birisi oğluyla kızıyla gittiği lunaparktan (demek ki herkes aşk mevzusuna girmiyor) derken şahane parçalar da çıkmıyor değil. (İsmet Berkan’ın Cumartesi günleri yazdığı fizik yazıları mesela, muhteşem, muhteşem!)

Keşke siyaset yazarlarına en azında ayda bir bile olsa siyaset yazmayı komple yasaklasalar!

 

*

 

Bütün hayatını siyaset üzerine yazı yazarak ve hiçbir öngörüsü tutmamış ama yine ısrarla yazmaya devam etmiş, tutmayan öngörüsünden sonra da seçimin hemen ardından “ben demiştim” diye söze pişkince başlayan bir yazarsan eğer, seçim günü yasaklardan dolayı sana siyaset üzerine yazı yazdırmamaları hem günah hem de büyük zulümdür!

 

 

İnsanın alıştığı şeyi anlatması çok büyük bir ayrıcalıktır çünkü. Mesela köylüler bıkmadan usanmadan hep aynı hikayeyi anlatırlar. (Ayının bildiği on üç kelime, on üçü de armut üzerine!) Dinleyenler de hep aynı kişilerdir ve onlar da dinlemekten hiç bıkmaz, adamın anlattığı hikâyeyi daha önce hiç duymamış gibi ilgiyle dinlerler. Çünkü onun da tek bir hikayesi var ve onun da müşteriye ihtiyacı var. O köylüsünün hikayesini dinlemezse, yarın sıra ona geldiğinde köylüsü onu hiç dinlemez. Müşteri velinimettir zira.

Siyaset yazarının durumu da biraz bu köylülerin durumuna benzedi son yıllarda. Çünkü muhalifsen iktidarda olanlar senden nefret edip okumuyor; iktidar yanlısıysan muhalefettekiler senden tiksinip yazdıklarının yanına bile yaklaşmıyor. O halde müşteriyi kendi mahallesinde bulmak zorundadır yazar.

“Eskiden gazeteler Babıali için çıkar” derlerdi. Gazeteci, gazeteciye yazardı. Şimdi pasta iyice küçüldü. Muhalif gazeteci muhalife, iktidar yanlısı gazeteci iktidar yanlısına yazıyor. (Türk'ün Türk’e propagandasından muhalif veya iktidar yanlısı Türk’ün muhalif veya iktidar yanlısı Türk’e propagandasına geldik demek!)

Aslında bu durum siyaset yazarı için kötü bir durum değildir. Konfor alanını genişletiyor, riski azaltıyor zira. Taraflar yazılanlardan pek haberdar olmadığı için, seni sevmeyen birisinin yoluna çıkıp yumrukla burnunu kırması veya Ahmet Emin Yalman gibi gittiğin Malatya’da Hüseyin Üzmez denilen bir gencin tabancayı çekip seni vurması riskini az da olsa ortadan kaldırıyor. Çünkü senden tiksinenler ne yazdığını bilmiyor, seni sevenler de “kurtarıcı” muamelesi yapıyor sana (yakın bir zamanda yazı yazmayı bırakan Yılmaz Özdil’e sinema yazarı Atilla Dorsay, “Neredesin ey Yılmaz Özdil, çabuk imdadımıza yetiş, sana en çok bugünlerde ihtiyaç var” diye bir yazı yazdı seçim sürecinde), sen de istediğin gibi kendi fikrine yakın olanları “dolduruşa” getirip gününü gün ediyorsun.

 

 

 

*

 

Gündelik siyasete dair yazarken bir öngörün tutmadıysa kimse seni tefe koymaz, çünkü bu alanda yazanların hiç birisinin öngörüsü hiçbir zaman tutmuyor zaten. Zira siyaset bir oyundur. Kazananı ve kaybedeni fazla bir oyun üstelik. Tıpkı futbol gibi. Seyircilerin direktiflerinin oyuna pek etkisi yoktur. Mühim olan oyuncuların performansı ve takım ruhudur. Bir kişi kazanınca bir kişi kazanmıyor, bir kişi kaybedince bir kişi kaybetmiyor. Kalabalıklar kazanıp kalabalıklar kaybediyor. Aktörleri fazladır, sen de bir yazar olarak bu kalabalık aktörlerin içinde bir tanesin. Curcunada çoğu zaman senin sesin, davulcu yellenmesi gibi gümbürtüye gidiyor, gidiyor ve kimse de peşinden gitmiyor. Ayrıca gündelik siyasete dair yazının ömrü sekiz saattir, sekiz saat sonra eskiyor, albenisi kalmadığı gibi hükmü de yok oluyor; bu yüzden “gazete ekonomik ömrü sekiz saatle sınırlı dünyanın tek malıdır” derler.

Ama mesela siyaset dışı alanlarda yazıyorsan, bu işin bir hayli yüksek riskleri vardır. Yapacağın bir bilgi yanlışı, bir eleştiri, beğenmediğin bir kitap, bir film o eserin yaratıcısını kızdırabilir, senin de başını derde sokabilir.

Öte yandan siyaset dışı; gündelik hayat, edebiyat, kültür, sanat, yemek, tarih, sinema, kitap, müzik, mimari gibi alanlarda yazmak gündelik siyasete dair yazmaya nazaran zahmetli bir iştir. Donanım ister, araştırma yapmak lazım. (Araştırma demişken, “araştırmacı-yazar”diye bir tabir var mesela şimdilerde, “araştırmadan yazanlar” çoğunlukta olduğu için, “araştırarak yazanları”, “aha bu araştırarak yazıyor” diye afişe ediyorlar sanki) Kitap okumak, sinemaya gitmek, müzik dinlemek, seyahat etmek, kütüphanelere girmek, bir yığın gelişmeyi takip etmek, birkaç mektep bitirmek, edebiyat dergilerini karıştırmak, yeni yazarları, şairleri keşfetmek gerek. Çok az hata yapma lüksün vardır, mesela tiyatro, sinema, edebiyat eleştirisi yapıyorsan bir yığın insanı küstürme riskiyle karşı karşıyasın demektir. Belki son yıllarda bu tür yazarlık pek ciddiye alınmıyor ama bakın eskiden, iyi yazarlar yazdıklarından dolayı saldırıya uğruyor, bazen de ciddi ciddi dayak yiyorlardı yazar arkadaşlarından.

 

 

 

*

 

Çetin Altan’ın “Kalem Bahçelerinden Yedi Hayat” kitabında yazdığına göre, bu alanda en fazla dayak yiyen Hecenin Beş Şairinden birisi olan Halit Fahri Ozansoy’dur. Hani;

 

“Yeşil bir su uykusu uyuyor sanki oda…

Islak bir yosun gibi ay ışığı aynada,

Ne bir ses ne fısıltı… Yalnız hafif nefesler…

Nilüfer kadar beyaz bir kadın uyumada…

Bir kadın uyumada, saçları darmadağın,

Kim bilir hangi rüyayı tada tada?

O böyle yudum yudum içerken uykusunu,

Hayalini öpüyor ay ışığı aynada…”

 

demiş olan şair… Altmış beş yıl yaşadı, o kadar çok şey yazdı ki… Şiirler, tiyatrolar, romanlar, anılar, biyografiler, ders kitapları, gazete fıkraları, makaleler, eleştiriler, incelemeler, çeviriler… Şairdi, öğretmendi, piyes yazarıydı, gazetelerde köşe yazarıydı. Sekiz yaşındayken kaybetmişti annesini, yaşadığı süre boyunca “öksüzlüğün acısı” yüreğini hep yaktı, durdu.

Yahya Kemal’le dosttular; o büyük şaire “Yahya”; Yahya Kemal de ona “Halit” diye hitap ederdi. Yahya Kemal milletvekilidir, Halit Fahri ise Mekteb-i Sultani’de edebiyat öğretmeni… O yıllarda gazete ve dergiler, sık sık “anketler” yapardı. “Kurun” gazetesi “gençler edebiyatçılara nasıl bakıyor?” diye bir anket düzenler; onların anketine karşı “Son Posta” gazetesi de bir anket yapar. (Bu arada “Kurun” gazetesi 1934’e kadar “Vakit” adıyla çıkan gazetedir. Rivayete göre Atatürk “Vakit kelimesi Arapçadır, bunun Türkçesi Kurun”dur der demez gazetenin adı “Kurun”a dönüştürülür; 1938’de Atatürk’ün ölümünden hemen sonra gazete tekrar “Vakit” adını alır.) “Kurun”da Behçet Kemal, “Biz mürşidimizi bulduk, Yahya Kemal bizim şiir yolumuzu aydınlatıyor” deyince, Halit Fahri “Son Posta”da ona cevap verir:

 

 

“Rintler’in Ölümü’ne hayranım. Divan edebiyatından damla damla süzülmüş enfes bir şiirdir. Fakat bu şiir milli edebiyat davasında genç kuşağa tavsiye edilemez, çünkü bu mistisizm ve ölüm havası enerjik bir devre yön alması lazım gelen bu genç kuşağa zararlıdır. Aynı zamanda, Yahya Kemal’in Lale Devri gazelleri de geçmiş bir zamanın hatıralarıdır”.

Bu düşünceler Yahya Kemal’i çileden çıkarır. Bir fırsat kollar. O gün Yahya Kemal lisenin önünde onu mu bekliyordu, yoksa tesadüfen mi karşılaştılar bilinmez; Halit Fahri Galatasaray Lisesi’ndeki dersinden çıkmış, Caddeyi Kebir’e adım atar atmaz, Yahya Kemal’le burun buruna gelir.

Yahya Kemal, elindeki bastonunu havaya kaldırarak, “Halit Fahri neydi o son yazdığın utanmaz yazı? Sen ne anlarsın şiirden sanattan da benim için o utanmaz lafları yazarsın,” diyerek girişir. Halit Fahri “Ağzını bozma lütfen Yahya Kemal” der. Yahya Kemal, “Sen o sivrisinek kafanla herkesin asabını bozacaksın ve kimse sana ağzını bozmayacak, öyle mi?” diyerek bastonuyla vurmaya başlar. Okuldan çıkan öğrenciler araya girer, talebeleri Halit Fahri’ye, “Hocam siz şöyle gelin” derler. Halit Fahri giderken bir yandan da Yahya Kemal’e seslenir:

“Ne üzerime kaldırdığın bastonunu ne küfürlerini bir şaire yakıştıramadım Yahya Kemal. Şimdi karakola gitsek, sen ‘milletvekili dokunulmazlık’ kartını göstererek oradan çıkarsın, ama ben suçsuzken belki saatlerce orada kalırım.”

Yahya Kemal şu cevabı verir:

“Terbiyesiz herif. Bu da bu okulda edebiyat hocası olacak. Kafasında kıracaksın ki bastonu aklı başına gelsin ahmağın…

Sâlah Birsel “Sâlah Bey Tarihi”nde sık sık, “Yahya Kemal’in Halit Fahri’yi bastonla kovaladığı yer” diye bahseder Galatasaray Lisesi’nin önünden.

 

 

 

*

 

Beş Hececiler’den Halit Fahri, Ziya Osman ve Orhan Seyfi bir gün Lebon’da bir masaya oturmuş çay içiyorlar. Ziya Osman, “Halit Fahri, ikimizin dostluğu biraz yorulmuş sanki, biraz dinlendirsek mi ha, ne dersin?” der. Orhan Seyfi de benzer fikirdedir. Zira Halit Fahri “hece” mevzuunda biraz ikirciklidir, Orhan Seyfi de tam zamanı diyerek çıkışır ona. Halit Fahri, iki dostunun bu sert tavrını görünce, “Tabi benim yazdığım şeyler geniş kültür isteyen şeyler… Anlamamış olmanıza kızmıyorum, mazur görüyorum” der. Ziya Osman, “Neyi mazur görüyorsun?” diye sorunca, Halit Fahri, “Senin cehaletini” cevabını verir. Bunun üzerine Ziya Osman bütün gücüyle Halit Fahri’nin suratına bir Osmanlı tokadı aşkeder ve bir yandan da “Benim rahle-i tedrisimden geçerken adam olmadığın için şairim diye geçinen tatsız tuzsuz bir şalgam oldun” der. Halit Fahri kendini savunurken, araya garsonlar ve Orhan Seyfi girer, bir yandan da Orhan Seyfi söylenir:

“Tokadı çoktan hak etti aslında. Sivrisinek de ses çıkartır ama ona musiki demezler. Halit Fahri de unutuyor kendisinin sivrisinek olduğunu. Oradan buradan mısra beyit çalarken, orkestra çalıyorum zannediyor.”

 

*

 

Halit Fahri üçüncü dayağını da yine Galatasaray Lisesi’nin önünde bu kez de Muhsin Ertuğrul’dan yer.

Bir oyununu mu beğenmemiş, kötü bir eleştiri yazısı mı yazmış oyunu hakkında tam belirtmiyor Çetin Altan kitabında; Halit Fahri koltuğunun altında kitaplar tam okula girecekken, karşı kaldırımdan Muhsin Ertuğrul koşarak yetişir ve “Ne o yazdığın edepsizlik ha… Bilip anlamadığın her şeye burnunu sokmasan olmaz mı?” der.

 

 

*

 

Yazdığı yazı yüzünden dayak yiyen çok yazar var Babıâli’de. Ben sadece Halit Fahri’nin başına gelenleri yazdım. Eski muharrirler, birbirlerini “tepelemeden” önce, gazete köşelerinde, dergi sayfalarında kavganın peşrevi olarak biz okurların bilmediği ama arkadaş olarak onların bildiği sırlarını, eksik yanlarını, kusurlarını, zayıflıklarını ortaya sererlerdi. Kavga henüz kalem düzeyindeyken, daha ilk sataşmada ilk söyledikleri söz, “Ben senin cemaziyelevvelini bilirim” olurdu.

Peki “cemaziyelevvel” denilen bu sihirli kelimenin anlamı ne? Bu kelime muharrirleri neden bu kadar sinirlendiriyordu?

Hicri takvimine göre yılın beşinci ayıdır Cemaziyelevvel; “cemaziyelevvelini bilmek” deyimi mecazi olarak “bir kimsenin kötü geçmişini bilmek” anlamında kullanılıyor Türkçede. Rahmetli Emin Karaca’nın “Türk Basınında Kalem Kavgaları” kitabında yazdığına göre Refik Halit Karay, bu deyimin Türkçeye girmesinin hoş bir hikayesini anlatır ki şöyle:

 

“Siz ‘Ben onun cemaziyelevvelini bilirim’ sözüne, hikâye­sini işitmedinizse bir mana verebilir misiniz? Arabi ay­lardan neden Muharrem, Recep, Zilkade ve Rebiülâhır de­ğil de ısrar edilerek Cemaziyelevvel seçilmiş? Hem bir adamın ahlâkı, serveti, cehaleti, münasebetsizliği, içyüzü her şeyi bilinebilir, bunu anlıyorum; fakat cemaziyelevveli de ne oluyor ve ne demektir? Bu, yıllardan beri merakı­mı mucip olur dururdu. Nihayet, dünyanın her memleke­tinde, her devrinde rast gelinen bir işgüzâr ve ahlaksız ti­pin tasvirini yapan şu aşağıdaki fıkrayı öğrenince işin hikmetini anladım ve Türk halk hikâyeciliği dehâsının bir numunesiyle daha karşılaşmış olduğuma sevindim.”

 

 

 

Hikaye şöyle:

“Vaktiyle hükümet dairelerinin birinde küçük bir evrak memuru varmış; adamcağız, o zamanın usulünce üzerle­rinde Arabi ayların isimleri yazılı bir sürü kocaman tor­baya, sabahtan akşama kadar resmi kağıtları doldur­makla ömür tüketirmiş. Bir gün, dairenin müdürü çarşı hamamına gitmiş; bakmış ki karşısında bu kâtip efendi de soyunuyor ve işin acayibi iç donunun üzerinde gayet iri bir hat ile ‘cemayizelevvel’ yazılı! Devletin torbalarını usulcacık aşırıp alt kısmına çamaşır diye kullandığını an­ladığı bu memur az zamanda, nasılsa parlayıvermiş, bü­yük mesnetlere geçmiş, para ve itibar kazanmış; azame­tinden yanına yanaşılamazmış. Vazifesinde mıhlanıp ka­lan müdür bu hale şaşar, sırrı meydana vermekten kor­kar, fakat içinde saklamaya da razı olamaz, eski torba çamaşırlı yeni talihli, burnu Kafdağı’nda, kabara kabara gi­derken, başını sallar, arkasından şöyle söylenirmiş:

‘Ben onun cemaziyelevvelini bilirim!”

 

*

 

Bugün birbirinin “cemaziyelevvelini bilmeyen” kaldı mı sahiden? Neyse, sorunun cevabını deşip yazıyı daha fazla uzatmayalım, zira bugün seçim günü, siyaset üzerine yazı yazmak yasak. Hem yasak olmasa da benden siyasete dair yazı beklemeyin boşuna, yazmam!

İlk Yorumu Siz Yapın

Gönder