İşletmeler söz konusu olduğunda risk yönetimi bir bilim dalı. İlk kitapları 1920’lerde yazılmış, günümüze gelindiğinde de külliyatı oluşmuş. Artık standartları, enstitüleri bile var. İşletmeler bir işe kalkışmadan, önemli bir yatırım yapmadan önce ne gibi risklerle karşılaşabileceklerini, karşılaştıkları riskleri nasıl yönetebileceklerini biliyorlar. İşletme okuyan hemen her öğrenci bu konuda en az bir ders alıyor, vakalar üstünden geliştirilen sistematik bilgiden haberdar oluyor.
Siyasette, daha doğrusu dünya siyasetinde ise risk yönetimi henüz bir bilim dalı değil. Tarihten teoriye okunan ve okutulan her şey riskin varlığına işaret etse de yönetimine ilişkin yapılmış ve geçerliliği genele yakın kabul görmüş bir çalışma yok. Biz daha ziyade rasyonel hareket etme ve rasyonelliğin tanımı üstünde duruyoruz, devlet davranışını açıklama anlamında bir teorinin diğerinden neden üstün olduğunu tartışıyoruz.
Bir riskle karşılaştıklarında, istemedikleri bir savaşa ya da kendilerine zarar verecek bir krize sürüklenme söz konusu olduğunda devletler, yani aslında onları yönetenler işletmelerden farklı olarak hazır reçeteler yerine tecrübelerine, biraz da bilgilerine dayanıyor. Risk yönetimi bilimden çok sanat haline dönüşüyor, rasyonalite kadar algı da rol oynuyor. Çıkarlar her zaman devlet çıkarı olarak tanımlanmayabiliyor.
Yine de diplomasi, başta BM olmak üzere uluslararası örgütler, yaratılan normlar, rejimler ve tabii ki güç dengeleri risk yönetimini sağduyuya sahip yöneticiler için mümkün kılıyor. Krizler büyümeden önlenebiliyor. Gazze kıyımında, Ukrayna savaşında, Amerika-Çin rekabetinde gördüğümüz gibi yayılması, tırmanması, küresel bir çatışmaya dönüşmesi durdurulabiliyor. Devletler çözümü tırmanmada değil dayanışmada, kamuoyu yaratmada, “deconfliction” denen yöntemde arayabiliyor.
Ancak ne her zaman başarılı olacaklarının ne de her zaman içeriden veya dışarıdan gelen baskılara direnebileceklerinin garantisi var. İstemedikleri bir çatışmaya sürüklenme riski kadar iktidarlarından olma riskiyle de baş etmek zorundalar. Ayrıca krizlerin fırsata dönüşme potansiyelinin cazibesini de dikkate almak durumundalar. Bazen sadece sözle, açıklamayla, retorikle riski yönetseler de başarı şansları başarısız olma olasılıklarıyla eşit düzeyde.
Mesela, Çin ve ABD devlet başkanlarının geçtiğimiz hafta San Francisco’da buluşup askeri iletişim kanallarını açmaları ne yazık ki nükleer savaş tehdidini ortadan kaldırmıyor. Sadece risklerin biraz daha yönetilebilir hale gelmesini sağlıyor. Ama unutmayalım ki bu da iki taraf için risk almayı, yeni atılımlar yapmayı statükoyu kendi beklentileri doğrultusunda değiştirmek amacıyla inisiyatifler geliştirmeyi kolaylaştırıp, sorunu derinleştirebiliyor.
Benzeri Amerika ve Rusya ilişkileri açısından da geçerli, nükleer savaş olasılığını azalttığı düşünülen her tedbir Ukrayna’daki savaşın uzamasına, Rusya’nın bu savaşta yıpratılabileceğine olan inancın güçlenmesine, daha uzun menzilli, daha teknolojik silahların verilmesiyle alınan riskin oranının artmasına neden oluyor. NATO’nun değişen savunma doktrini dahi bu riskin yükselmesine yol açıyor.
Gazze’deki durumsa biraz daha farklı. Bariz bir şekilde kimse bu savaşın içine çekilmek istemiyor. İsrail’in savaş hukuku ihlalleri eleştiriliyor, etkili olabilecek devletler ateşkesi sağlamaya davet ediliyor fakat yaptırımdan bahsedilmiyor. Diplomasi var ancak müdahale yok. Belli ki İran bile Hamas’ın İsrail dışında kimseye yarar sağlamayan ve sivil halkı hedef alması nedeniyle meşruiyeti tartışmalı bu fütursuz eyleminden rahatsız.
Hamas’a yakın duran Türkiye de karşı karşıya bırakıldığı kriz riski yaymaya, tek başına karşılamamaya, uluslararası sistem içinde eritmeye çalışıyor. Gazze’ye insani yardım sağlıyor. Dışişleri Bakanı Fidan yaptığı açıklamalarla ve diplomatik alanda geliştirdiği inisiyatiflerle sorunu dünyanın sorunu haline getirmeye, çatışma sonrası için yeni ve kalıcı bir düzenin parametrelerini geliştirmeye gayret ediyor. Hakemlik, garantörlük öneriyor. Kontak grupları içinde yer alıyor.
Bence iyi de yapıyor. Çünkü devletlerin rasyonel davranması, kendilerini doğrudan ilgilendirmeyen sorunlar karşısında ölçülü hareket etmesi, başkalarının geliştirdiği eylemlerle dayatmaya çalıştığı politikalara direnmesi gerekiyor. Türkiye Filistin sorununu, masum insanların hedef alınmasını, Cenevre Sözleşmelerinin hiçe sayılmasını, statükonun değiştirilmek istenmesini, Filistinlilerin bir kez daha yaşadıkları topraklardan sürülmesini tabii ki önemsemek zorunda. Fakat bir askeri grubun siyasi liderliğine dahi haber vermeden giriştiği şiddetin sonuçlarına katlanmak durumunda değil…
Gönder