Söylediğine göre, deprem surlara kadar dayanmış.
Yani büyük yıkıma bir çıt kalmış!
Bu çıt, çatırtıya dönüşürse vay gelmiş halimize. Kıyametin de ötesi demek olacak bu çatırtı!
Şikemperver profesörümüz Celal Şengör de aynı tehlikeye dikkat çekiyor. Ona göre de İstanbul depremine bir tık kalmış!
İstanbul'da yaşıyorum. Onca yıldan beri bu kadar korkmamıştım! Ruhum bu kadar kararmamıştı. Halbuki “ömrümün sonbaharını yaşarken”, yani, yaşamın sonuna bu kadar yaklaşmışken, bu korkunun nedeni neydi?
Bilmiyorum. Belki de, bunca emekle oluşturulmuş bir hayatın, boktan bir duvarın altında kalıp, toz duman olması korkusuydu.
Zorlukla, keyifle, binbir zahmetle ilmik ilmik örülmüş koca bir yaşamın, bir kaç saniyelik sallantıyla sona erecek olmasının korkusu da olabilirdi!
Onca yılın, onca anının, onca emeğin, saniyeler içinde sıfırlanması.
Kaçınılması zor bir yok oluş!
Yani bok yoluna gitmenin korkusu!
Nasıl korunalım?
Yanıtlanması çok zor bir soru. Yanıtını kimse bilmiyor.
Bilenlerin söylediklerini ben de ezberledim: Evimizi depreme dayanıklı hale getirmek zorundayız!
Bu çözüm, depremin biz evdeyken, uyurken, sabaha karşı olacağı varsayımına dayanıyor.
Haksız da değiller. Büyük depremler hep aynı tuzağı kurdu. İnsanları çok zayıf anlarında, derin uykularında, tatlı rüyalarının içinde dolaşırken yakaladı.
Ve insafsızca öldürdü.
Hep böyle mi olacak? Hep karanlığın en koyulaştığı saatlerde mi vuracak?
Deprem bu kadar mı kalleş?
Diyelim ki, uyarılara kulak asıp, evimizi, çelik duvarlarla çevirdik, kolonları en kalın demirlerle ördük, en Fransız betonlarla sağlamlaştırdık.
Lakin faylar çarpıştığında diyelim ki evde değiliz!
O gün, alt geçitten geçiyoruz, kahvedeyiz, bir lokantada çorba içiyoruz, iş yerindeyiz, çöken bir binanın tam önünden geçiyoruz, meyhanede romantik bir öğle rakısı içiyoruz, hastanede tansiyonumuzu ölçtürüyoruz, üst geçitte trafiğin açılmasını bekliyoruz, fırından poğaça, börek alıyoruz, esnaf lokantasında karnımızı doyuruyoruz, bankadan emekli maaşımızı çekiyoruz…
Ya da bir otel odasında, zevkin doruklarına tırmanıp, günah işliyoruz!
Yani, elimiz kıçımızda, yaşamın içinde gezinip duruyoruz.
Evimizi sağlama almışız ama o an bulunduğumuz yerin ne betonundan, ne duvarından, ne demirinden, ne kesilen kolonundan haberimiz var!
Hiç bir ihmalimiz yok ama fayların da buna aldırdığı yok..
Onlar işini yapıyor. Asırlar geçse de bu ölümcül oyunlarını sürdürecekler. Yani acımasızca çarpışıp, suçu olmayan binlerin yaşamına, her zaman olduğu gibi kalleşçesine noktayı koyacaklar.
Kalleşçesine diyorum, çünkü bu sinsi faylar, kimseye sır vermiyorlar!
Ne zaman, nerede, ne güçte?..
Uzmanlar gerçekleri, ancak cesetler sayılırken söyleyebiliyorlar!
Samanyolu'nun ötesinin fotoğrafını çeken teleskopları yapabilen bilim, yerin bir kaç kilometre altındaki fayları gözleyemiyorlar!
Evet sayın Görür, sayın Şengör, sayın Yaltırak, sayın Ercan…
Ve diğer uzmanlar!
Evimiz sağlam ama İstanbul sarsılmaya başladığında ya biz evde yoksak!
Buna bir yanıtınız olacak mı?
Gönder