"Zaman, her şey bir anda olmasın, mekân ise hepsi senin başına gelmesin diye var", diyor Susan Sontag. 2022'nin son yazısında, giden seneye bakarken acaba bizim buralarda zaman ve mekân askıda mı diye düşünürken buluyorum kendimi. Öyle ya, her şeyin bir anda olduğu ve hepsinin de bizim başımızda geldiği koca bir yılı devirmenin tatsızlığıyla baş başayız.
2022'nin günahını almak istemem, zaman ve mekân çok uzun süredir askıda. Pandemide kaybettiğimiz zaman algısı, evlere kapanmanın getirdiği mekânsızlık, sakız gibi uzuyor. Ama bundan da öncesinde başladı zaman ve mekânın askıya alınması. 2015'te hayali kurulan ve 2016'da olağanüstü hâl ilanıyla gelen bir arafta debelenip duruyoruz.
Hâl böyle olunca, zaman geçmiş mi geçmemiş mi belli olmuyor. Kamusal alanı düzenlemekle yetinmeyen iktidar, evlerimizin duvarlarını da yıktığından olsa gerek mekân algımız da şaştı. Gazeteciler tutuklandığında ezbere ettiğimiz, "Ülke kocaman bir cezaevi" laflarından daha başka bir şey yaşadığımız. Ülke kocaman bir karakol adeta. Cezaevinin belirliliği ve tekrarlayan günlerden elde ettiği güç değil bu. Onun yerine karakolun endişe verici belirsizliğinde kalakalmışız. Gözaltı süremiz uzayacak mı, tuvalete çıkmamıza izin var mı, bir sigara içebilecek miyiz, yemek ve suya erişmek mümkün olacak mı, arkadaşlarımız kıyafet getirse içeri alırlar mı? Sorular çoğalsa da cevaplar hep aynı: Bir ihtimal…
Ve şarkıdakinin aksine bu karakolda ayna yok. Olsa belki de bir anlığına da olsa zaman ve mekânın ayırdına varabileceğiz. Ama aynasızlık, yeniliği kalmasa da yeni demeye devam ettiğimiz düzenin alameti. Yansımalara izin yok. Ancak yankılara var.
Eser: Cassils
Senenin son yankısıysa, "LGBT denilen olay bizim kitabımızda yok". Belli ki, yılı bu sözün yankılarını dinlemekle geçireceğiz. Altı kelimelik bu cümlenin her bir parçası tek tek incelenecek. Tek tek ispata koyulacak birileri. Kimisi "LGBT ne" diye soracak, kimisi kitap kısmına takılıp "hangi kitap" diye. En vurucu kısmı olan "yok" ise felsefi sohbetlerden fıkralara boy boy her yerde yankılanıp duracak.
Zaman ve mekânın askıya alınması biraz da bu yankılarla mümkün hale geliyor. Zifiri karanlık bir mağaraya kapatıldığınızı düşünün. Ve bir yerlerden birilerinin sürekli aynı cümleleri tekrarladığını. Mağara duvarlarında yankılanan seslere cevap verdiğinizde ise ancak kendi sesinizin yankısıyla karşılaştığınızı… Ne zaman kalır, ne mekân.
Bahsettiğim askıda olma hali dost sohbetlerinde "Yaaa ne kadar zaman geçmiş" türünden bir şey değil. Zamanın yavaş ya da hızlı geçmesi bambaşka bir şey. Bizimkisi, zamanın geçmemesi. Bu dönemleri tek kelimeyle anlat deseler biteviye derdim herhalde. Öylece sürüp giden, tekdüze bir hâl.
Bir devlet büyüğü bir laf edecek, o lafın ne kadar doğru olduğunu ispatlamak için birileri yarışa girecek, o lafa itiraz edenler olacak, kimileri yazacak ve hakkında dava açılacak, kimi basın açıklaması yapacak ve gözaltına alınacak. Bir sonraki lafa kadar da beklemeye devam edeceğiz. Arada bir "skandal" patlayacak. Bir kesim öfkelenecek, başka bir kesimse bu skandalın üstünü örtmek için canhıraş bir çabaya girecek. Hatta bazıları gemi azıya alıp skandalı ortaya çıkaranın üstüne çullanacak. "Yeni" bir skandal geldiğinde ise bir önceki tedavülden kalkacak. Daha yakın dönemden başka bir şarkıda dediği gibi, zaman izimizi silerken kiminin acısı kalacak, anılarıysa gidecek.
Ortada akıp giden bir zaman olmayınca her şey bir anda olup bitiyor. Çünkü hatırlamak, hatıra biriktirmek için zamanın kâh azgın bir nehir gibi kâh terennüm eden bir dere gibi akması gerek. Zamanın önüne baraj kurulduğundaysa ne hatıra kalıyor ne de hafıza. Böylece aynasız karakolda akıbetimizi beklerken ne biz yüzleşebiliyoruz ne de adalet talep edebiliyoruz.
OHAL ilan edildiğinde bir lubunya arkadaşım dönüp ortamdaki heterolara, "Kulübe hoşgeldiniz" demişti. Hoşgelmişlerdi hakikaten. Kimilerinin hayatı hep olağanüstü hallerdeydi zaten. Ama o dönem ne o lafı eden arkadaşım ne de ben, LGBTİ+'lar için biteviye olağanüstü halin daha da korkunç bir vaziyete bürüneceğini hayal dahi edememiştik. Bu da bizim hayalgücü eksikliğimiz olarak tarihe geçsin.
Bu sene İnsan Hakları Okulu ve Eskişehir Okulu'nun "Araftaki Türkiye" başlıklı Güz Okulu'nda konuşmam istendiğinde ne güzel başlık diye düşündüğümü hatırlıyorum. Orada ikili cinsiyet rejiminin arafı üzerine konuşsam da, o konuşmadan beri araf meselesi zihnimde dönüp duruyor. Arafın müphemliğine devrimci bir potansiyel atfeden kuir teorinin aksine, arafın bekleyiş olduğu fikrindeyim. Eylemsiz bir bekleyiş. Cehenneme mi cennete mi gideceğimiz konusunda hiçbir irademizin olmadığı bir bekleyiş. Bu araftaki halimiz de biraz da seçim hesaplarının etkisi var. Orada, ileride bir sandık var. Gitmesek de, görmesek de o sandık bizim sandığımız. O vakte kadar sabretmemiz, beklememiz gerekiyor. Adeta kalan sağlar bizimdir matematiği gibi seçim hesapları. Olağanüstü halin üzerimize döktüğü beton bataklığında bekleyişe mahkum edilmek. Nasıl incelikli bir işkence yöntemi değil mi? Başka bir şarkıda dediği gibi, bir yerde haklılıklarımızın susmasından korkarak bekliyoruz.
Adettendir, sene sonu yazıları umutlu biter. Umudu nerede arasam diye düşünürken yolum yine Walter Benjamin'e çıktı. Benjamin, Parıltılar'da Paul Klee'nin Angelus Novus'una tarih meleğine bakar. Gözleri, ağzı ve kanatları açık; yüzünü geçmişe çevirmiş tarih meleği, "bizim bir olaylar zinciri gördüğümüz noktada, o tek bir felaket görür, yıkıntıları birbiri üstüne yığıp, onun ayakları dibine fırlatan bir felaket."
Benjamin; meleğin orada kalmak, ölüleri diriltmek, parçalanmış olanı yeniden bir araya getirmek isteğinden bahseder. Orada kalmak için değil belki, ölüleri diriltmek için de değil ama parçalanmış olanı bir araya getirmek; boşluklardan, enkaz gibi görünenden sızan parıltının peşine düşmek için…
Bu sene, arafta sıkışıp kalmışlığımı bir anlığına da olsa kıran şey yine bir şarkı oldu. Umut verir mi bilmiyorum ama aynasız karakollardan, aşkın mezarını cana oyanlardan çıkışımın Mabel Matiz'den Karakol'la olmasıysa 2022'nin ironisi olsun.
Bana verdin bu zehri amma
Dönemem ki şimdi bu yoldan
Yara bere karavana sevmek yok
Dedim ama, kalbim sanki karakolda
Vermedim adını zora koydular
Aşkın mezarını cana oydular
Camlara düşüyor yaşı yedi göğün
Ellerin elime niye kapı duvar?
Gönder