Cüneyt Arkın’ın o meşhur filminde en çok güldüğüm sahne “Hayır, ölmedi / Ölmüş olabilir,” diye atılan tokatlar değil. İhsan Bey’in ölmüş olabileceğinin kanıtı olarak “Burada smokin ceketi yok, kimse smokiniyle tren yolculuğuna çıkmaz,” denmesi. Bütün genellemeler gibi bu da yanlış tabii. En azından ben smokiniyle tren yolculuğuna çıkan bir kişi tanıyorum. Gerçi tren shinkansen, istikamet Tokyo-Kyoto, smokin de Tom Ford ama sonuçta bazı insanlar smokiniyle tren yolculuğuna çıkıyor işte. Bebeköy’deki Momo için de buna benzer bir genelleme yapıp hemen kendim bozacağım: Kimse Momo’ya yemek yemeye gelmez. Ama en azından ben hep Momo’ya yemeğe gitmek istiyorum.
Momo’yu yıllardır duyuyordum ama iki yaz önce yaz keşfettim. İstanbul’da, Çeşme’de ve Bodrum’da var. Bir arkadaşımla Bebeköy’deki Momo’da buluşmak istediğimde “Oğlum gidiyor,” yanıtını almıştım. Dışarıdan görünen 20’li yaşların ilk yarısındakilerin müdavimi olduğu, geri kalan herkesin—haklı olarak—dışlandığı bir yerdi. Ben de 20’li yaşlarımda 20’li yaşlarında olmayanların “bizim” eğlendiğimiz yerlere gelmesinden hoşlanmazdım. Ama Momo sadece bir parti plajı, bir gece kulübü ya da 20’li yaşlarındaki insanların müdavimi olduğu bir yer değil. Bundan daha fazlası. En önemlisi de İstanbul’da en iyi yemek yenebilecek yerlerden biri.
HERKES BİRBİRİNİ TANIYOR
Hikaye aslında Alaçatı’nın henüz mahvolmadığı yakın geçmişe dayanıyor. Boza varisine damat giden uzama engelli Sökeli reklamcı sayesinde tanıştığım E.’nin annesi Alaçatı’da bir otel açıyor. Otelin daha sonra Financial Times’ın dünyanın en iyi 20’si arasına girecek bir dondurmacısı da oluyor, hatta adını epey gerçeküstü bulduğum Kurabiye Palas adlı ikinci bir otelle genişliyorlar. İşte benim tanıdığım E. birkaç yaz önce köy içinde tanıştığı B.’yle evleniyor.
Hayatı çöp kamyonu veliahttı olarak ilerleyen B. tesadüfen bir gün Alaçatı’da küçücük bir shot bar sahibi oluyor. Oradan Momo biraz büyüyor, ardından Çeşme’nin Dalyan bölgesinde bir plaja yayılıyor, parti plajı olarak nam salıyor ve gitmeyen kalmıyor. Mykonos’tan getirilen DJ Valeron her yaz birkaç kere çalıyor. Kenan Doğulu konser verdiğinde kımıldayacak yer kalmıyor, 1942’ler su gibi akıyor.
B. zamanla işleri büyütüyor. Önce İstanbul’da Bebeköy içinde kilit noktada bir dükkan, geçen yaz da Bodrum’da Yalıkavak’ta bir plaja genişliyor. Zamanla Ulus 29’dan hayati bir transfer yapıp İstanbul gece hayatının hayati önemdeki simalarından E.K.’yi transfer ediyor ve daha da kurumsallaşıyor. Benim ilgilendiğim işin mutfak kısmı da bu noktadan sonra bambaşka bir yere doğru ilerliyor. Momo artık sadece gençlerin eğlendiği bir yer olmaktan çıkıp yemek konusunda da iddiasını ortaya koyuyor.
İstanbul ya da Çeşme’deki Momo şöyle bir ortam: Aralara serpiştirilen ünlülerin yanında sabit olarak bir milli basketbolcu, bir genel yayın yönetmeni, bir sosyete çantacısı veya yaptırdığı estetiklerden dolayı çoğumuzun LGBT+ bireyi olduğunu düşündüğü bir ikinci lig futbolcusunu bulmak mümkün. Dışarıdan rezervasyon yapmak mümkün değil, çünkü telefon hattı yok. Tanıdıklarla, kulaktan kulağa ilerleyen, aslında üyeliği olmadan Soho House’dan daha ayrıcalıklı bir kulüp bile olabilir. Hemen herkes bir şekilde birbirini tanıyor.
Ben de E.’yi tanıyorum, B.’yi doğal olarak tanıdım ve çok sevdim, zamanında İstanbul’da çok gezdiğim için E.K.’yi de bin yıldır biliyorum tabii ki. Momo’ya bir kez gidip yemeklerin bağımlısı olduktan sonra hepsiyle arkadaşlığımız başladı denebilir. Bu durum objektif değerlendirmeye engel olabilir gibi gözükebilir dışarıdan. Ama Momo’cuların benim müdavimleri olmamdan çok da hoşnut olduklarını sanmıyorum. Çünkü yazın ortasında Çeşme’ye atım atmamla başlayan şikayetler zinciri yaz sonunda ve kış ziyaretlerimde Bebeköy’de sürüyor. Sürekli kafalarını şişiriyorum.
LEZZETLİ VE AŞİNA YEMEKLER
Kanye West’in meşhur bir tweet’i var: “Let’s Amangiri the world.” Ben de bütün Çeşme’nin Momo’laşmasını istiyorum. Ama buna rağmen yaz işletmelerinde sık rastlanan türlü dertler Momo’da da var: Bazen tabaklar birbirini tutmuyor, sezonluk işçi sıkıntısı yüzünden servis aksıyor, zaman zaman malzeme temin edilemiyor, şahane olan bir yemek ertesi gün sadece iyi olarak önümüze geliyor. Tuhaf bir şikayet gibi gelecek ama cacio e pepe’de peynir fazla baskın, yeteri kadar kremamsı, dolayısıyla dengeli değildi mesela.
B. varlıklı bir ailenin oğlu, ama hastalık derecesinde bu işle ilgili ve mutfağa titizleniyor. Yapmayabilirdi, çünkü Momo’nun asıl müşterisi DJ’leri dinlemeye ve eğlenmeye geliyor. 20’lerin ilk yıllarını yaşayan gençlerin iyi mutfağa düşkün olduğunu görmedim, ama Momo iyi yemek yapma konusunda inatçı.
Bebeköy’deki Momo’da yazlığın bahaneleri yok. Ve hiçbir şey aksamıyor. Enginar, kuşkonmaz, yedikule yeşillikli salata bir klasik; mutlaka sipariş ediliyor. Tıraş enginar ve parmesan’lı, Nobu icadı bir başka başlangıç Nobu’dan bile daha iyi olabiliyor. Normal şartlarda bir restoranda tavuk söylemem, ama Momo’nun acılı tavuğundan vazgeçemiyorum. Köfte, bonfile de hiç şaşmıyor. Şikayet etmek istiyorum ama kusur bulamıyorum. Hepsini her defasında tekrar tekrar sipariş veriyorum. Sadece zaman zaman acaba sınırlarımı biraz zorlansalar mı diyorum.
Momo’nun ikilemi de bu: Mönü hep aynı, ufak oynamalar dışında değişmiyor. Üç şubede de aynı. İşletme açısından bir avantaj, müşteri de rahat ettiği, aşina olduğu yemekleri buluyor. İnsanın evine gelmesi gibi. Biliyorum ki o köfte ne zaman gitsem aynı kalitede beni bekleyecek. Ama bu durum Momo’nun potansiyelini de sınırlıyor. Fazla güvenli ve garantili. Bu ekip istese—veya zamanı gelince—Türkiye’nin en iyi yemeğini sunabilecek gibi. Bir gün. Belki biraz zorlamak lazım.
Gönder