Tam da yorumlardaki toplumsal dağılmışlığı anlatmıştım “Bayraktar ve Filenin Sultanları” başlıklı yazımda. Din anlayışındaki dağılmışlık, milli heyecanları sahiplenmedeki dağılmışlık, hayat tarzına tahammül noktasındaki dağılmışlık vs…
Herkesin duruşundaki keskinlik yorumlara yansıyor. Nasıl çıkacağız bu dağılmışlık sürecinin içinden de, ne bileyim ben, millet olacağız?
Ben özellikle “Din dili”mizin toplum hayatına etkisi üzerine bazı şeyleri yeniden yazma gereği duyuyorum.
Amerika’da modern kültüre karşı kategorik bir karşıtlık içinde olan Amişler, ayrı bir koloni oluşturup orada yaşıyorlar. Nerede ise orada ABD kanunları işlemiyor. Eğitim vs gibi temel konularda bile farklarını koruyorlar.
New York belediye başkanının Ezan sesinin dışarıya verilmesine müsaade etmesi önemli bir özgürlük hamlesi olarak karşılandı.
Fransa’da, İngiltere’de, Almanya’da ezan sesinin dışarı verilmesi hala sorun. Kimi Avrupa ülkelerinde ezan sesi ile ilgili açılımlar orada yaşayan Müslümanlar arasında sevinç uyandırıyor.
Fransa’da okullarda kılık – kıyafet hala sorun. “Hangi tesettür”e müsaade edileceği ya da edilmeyeceği tartışma konusu. İngiltere’de kimi davaların islâmî usullerle çözülmesi yönünde adımlar atıldığı görülüyor…
Saydığımız yerler, kimi zaman Hristiyan kültürünün etkisiyle, kimi zaman modernitenin kuşatıcılığı ile Müslümanların hayatına sınırlamalar getiriyor. Oralarda Müslümanlar belirleyen değil belirlenen durumunda ve kazanılan her özgürlük alanı ferahlama oluşturuyor.
Türkiye tabii ki farklı. Bir “İslâm ülkesi” olarak biliniyor tüm dünyada. Devlet laik. Onun için “Halkı Müslüman ülke” ifadesi de kullanılıyor. Çoğunluk Müslüman olmakla birlikte insanların İslâm’la ilişkisi farklılık arz ediyor. “Kültürel Müslümanlık” var, “Şeriatçılık, İslâmcılık, kökten dincilik” diye ifadelendirilen farklı dozlarda, çoğu zaman birbirinin “İslâm aidiyeti”ni eleştiren, sorgulayan hatta yok sayan, “Şirk” vs diye niteleyen yönelişler var. Mezhep farklılıklarının etkin olduğu durumlar var.
Benim ifade ettiğim “Dolmuşa binerken Bismillahirrahmanirrahim diyen”, “Sınava giren çocuğu için Yasin okuyan”, “Askerdeki çocuğu için dua eden” bir “Sade Müslümanlık çizgisi” de var.
Bir aidiyet olarak diri, “Müslümanlığını sorguladığınızda” öfkelenen, ama İslâm’ın bütün kurallarını uygulama noktasında eksiği, kusuru olan milyonlarca insan…
Belki aidiyet noktasında bile farklı yerde duran insanların ülkesi Türkiye… Ne de olsa 100 yıldır, toplumun İslam’ının yeniden biçimlendirilmeye çalışıldığı bir kurulu düzenin içinden geçmişiz.
“Müslümanlık olsun ama şöyle olsun” gibi bir dönüşüm mekanizması… Hayatın bütün alanlarını belirlemeyen bir Müslümanlık anlayışı… İslâm’ın laisize edilmesi…
Şimdi sanıyorum bu toplum yapısını görmekte, Türkiye’yi buna göre okumakta ve ona göre tavır belirlemekte zorlanan ve “İslâm adına hareket ettiğini düşünen” bir anlayış var.
İslâm adına yargılıyor, kutsuyor veya dışlıyor…
Bunu kamuoyu önünde yapıyor.
Muhtemelen bunun İslâm adına yapılabilecek en doğru, iyi, gerekli tavır olduğunu düşünüyor.
Ve muhtemelen bu tavır dışındaki bütün yaklaşımları düşük profilli, islâmî niteliği zayıflamış, hassasiyet oranı azalmış, aşınmış bir Müslümanlık tavrı olarak görüyor.
Yine bu tavrın aidiyet planında bile üstünü çizdiği durumları hiç saymıyorum. Bunların da milyonlar ifade ettiğini var sayabiliriz.
Acaba bu tavır islâmî bir tanımlamayla ifade edersek, irşat mı sayılıyor, tebliğ mi, davet mi, cihat mı?
Ne yapmak istiyoruz sonuçta? İnsanları kazanmak mı, dışlamak mı, yok etmek mi, kökünü kazımak mı?
Diyelim bir “İrşat, davet, tebliğ politikası” oluşturmak istiyoruz, -buna merhum Aydın Menderes ‘Tebliğ fıkhı’ ifadesini kullanmıştı- ya da “Türkiye’de bir cihat politikası” geliştirmek istiyoruz ne yapacağız?
Uç şeyleri ifade ediyorum ki, herkes gerçekte ne yaptığının farkına varsın…
Bir ara hatırlıyorum, “Annesini – babasını yeniden şehadet kelimesi getirmeye zorlayanlar” olmuştu. Bu anlayışa göre onların Müslümanlık kıvamı İslâm’a uymuyordu!
Mesela bir voleybol maçı dolayısıyla yapılan tartışmalara baktığımda Türkiye’de Müslümanlık oranının nerede ise sıfıra doğru sürüklendiğini görür gibi oluyorum. Bir ara ben siyasetteki tartışmalara bakıp “Türkiye’de Müslümanlık oranını yüzde 50 artı 1’e indirdik” demiştim. Siyasetçilerimiz bu sözümden de ürkmemişlerdi.
Şimdi sanıyorum keskin arkadaşlar şu yukarda yazdığım şeylerden de ürkmeyecekler. Annelerden, babalardan, kardeşlerden belki evlatlardan üst çizmeye başladığımız zamanları yaşıyoruz. Böyle durumlarda “İslâm söz konusu olduğunda babam bile olsa…” gibi cümleler kuracak karakterler de vardır, eminim. “Kaşın şöyle, gözün böyle…” dendiğinde dünyada Müslüman kalır mı bilmem…
Bir de belki şu Kur’an ikazı üzerine düşünmek gerekiyor:
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilendir.” (Nahl, 125)
Sözünde – tavrında hikmet var mı, öğütlerin öğüt mü, öğütse güzellik taşıyor mu, mücadele safhasına geçmek gerekiyorsa, onun “Güzelliği” üzerine çalıştın mı? Mücadeleyi çamur bir dalaşma olmaktan çıkardın mı, Müslüman nezahetini kuşandın mı? Sana bakanlar sende güzellik görüyor mu?
Ben bu konuları, hem de Türkiye’yi 20 yılı aşkın süredir “İslamcı, dindar” her ne denirse, “Dindar nesil yetiştirme hedefinde…” bir kadronun yönettiği, bunun yanında gençlerin deizme – ateizme kaydığı endişelerinin konuşulduğu bir dönemde, en azından üzerinde düşünülmesi gereken konular olarak görüyorum. Bana göre İslâm incelik istiyor, zarafet istiyor ve insanların anlayışlarını dikkate almayı gerektiriyor. Bunlar üzerinde sükunetle düşünmeye devam edelim.
Gönder