23 Nisan 1920, günlerden Cuma... Bugünün özellikle seçildiğini söylemek mümkündür. Ankara’nın en önemli ve ülke çapında şöhrete sahip dini merkezi Hacı Bayram Veli Camisi’nde kılınan Cuma namazından sonra dualar ve kesilen kurbanlarla Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ni temsil eden ve “makarr-ı teessüs” dediğimiz kuruluş merkezi görevini yerine getiren binada Millet Meclisi toplandı. Bina, şehrin istasyona doğru gelişme eğilimini temsil eden en güney noktasında (bugün Ulus Meydanı) İttihat Terakki Fırkası’nın kulübü olarak inşa edilen neoklasik bir binaydı (halen İnkılâp Müzesi).
Sinop mebusu Şerif Bey’in “Ey hüzzar-ı kirâm” diye başlayan konuşması “Büyük Millet Meclisi’ni açıyorum” diyerek çalışmalarına başlamıştır. Meclis reisi Mustafa Kemal Paşa’ydı. İstanbul’dan gelen Celaleddin Arif Bey ikinci başkanlığa, Abdülhalim Bey (Konya Mevlevi dergâhı postnişini) birinci başkan vekilliğine seçildiler. Kâtip üyelerle birlikte başkanlık divanı tamamlanmış oldu. Meclisin zabıt kâtipleri pek zikredilmez ama tarihimizin ilginç kişilikleridir. Bir tanesi Ankara’da rüşdiye ve idadide talebelik yapan Koçzâde Vehbi Efendi, ikinci zabıt kâtibi hepimizin tanıdığı medeni hukuk hocamız sonraki Ordinaryüs Profesör, Hıfzı Veldet Efendi (Velidedeoğlu), üçüncüsü Ankara’da muallimlik yapan Mahir Hoca (İz) idi. Mustafa Kemal Paşa aynı zamanda Meclis Hükümet sistemine göre bu hükümetin başkanıydı. Burada hükümet kelimesini kullanıyoruz. Zira devlet henüz hilafet ve saltanatı mezceden İstanbul’daki monarşidir.
GÖKTÜRKLERDEN BERİ TARİHTE BİR İLK
Büyük Millet Meclisi, Türkiye adını almıştı. Göktürklerden beri tarihte ilk defa Türk adı kullanılmaya başlandı. Hükümet saltanat ve hilafeti, işgalin zor şartlarından kurtarmak, vatanın bağımsızlığını gerçekleştirmek için toplanmıştır. Bu nedenle hâkimiyetin “bilâ kaydü şart” Türk milletine ait olduğu vurgulanıyor. Bu nedenle kürsüdeki başlık o günden bugüne tartışılıyor. Bazı yazarlar ve hukukçular bu sloganın meşruti monarşi dediğimiz sistemle bağdaştığını, bazıları ise artık yeni bir hâkimiyet ve yeni bir devletin ortaya çıktığını söylüyorlar. “Egemenlik ulusundur.” Bugün bile Millet Meclisi’nin şiarı budur.
“Meclis hükümeti sistemi”ne tarihte daha evvel iki büyük ihtilalde, Fransız Devrimi’nde ve Sovyet Devrimi’nde rastlanıyor. TBMM’nin sistemi konvansiyoneldir ve hâkimiyet-i milliye kavramının çokça telaffuz edildiği TBMM, bu evvelki ikisine göre daha değişik görüşteki grupların burada temsil edilmesidir. Gerek Fransız gerek Rus Devrimi’nde konvansiyonel sistem veya Sovyet sistemi liderlerin hâkimiyetini aksettirir ve törensel bir şekilde tasarı, kanun ve kararları kabul ederdi.
Halbuki Büyük Millet Meclisi bir harbin yönetildiği bir organ olmasına rağmen, her zaman ciddi bir muhalefet ve muvafakatın; yani bir şekilde hükümeti destekleyen kanatla tenkit etmekte çekinmeyenlerin münakaşa ettikleri bir ortamdı. Tarihimizde hiç görülmedik bir şekilde ne 1876 Anayasası’nda ne 1908’deki yeniden düzenlemeye rağmen hükümetler her zaman birincisinde padişah tarafından seçilen ve tasdik edilen sadrazamın, vekillerin ve nazırların, ikincisinde meclisi teşekkülüyle ortaya çıkan organın hükümeti tasdik etmesiyle olduğu hâlde, burada her bakanı ayrı ayrı millet meclisi seçer. 25 Nisan tarihli karar “icra vekilleri heyetinin teşkiline karar verildi” şeklindedir. Dolayısıyla meclis başkanını seçtikten sonra başkan vekili onun tarafından tayin edilir, bakanlar kurulu üyelerini de seçmektedir ve onları denetlemektedir, Meclis hükümet dahil yargı organının da görevlerini yerine getirmelerini denetler. Yani kesin bir kuvvetler birliği söz konusudur. İcra ve yargı gücü de meclisin elindedir. Bu sistem hiç şüphesiz 1924 Anayasası’nda değişecektir.
Bu meclisin üyeleri iki kaynaktan geliyor. Birisi, yakın tarihimizin facialarından birine; yani Şubat 1920’de Misak-ı Milli (Milli Andı) yapan ve kabul eden, coğrafyayı çizen son meclise karşı ve Millet Meclisi’ni dağıtmak, İstanbul’u yeniden işgal etmek, işgal sırasında meşum cinayetler işlemek (Şehzadebaşı Karakolu’nda gece uykusunda olan erlerimizin nöbetçilerle birlikte şehit edilmesi gibi), mebusların Malta’ya sürgünü, basının ve bütün ulaşımın, posta servislerinin kontrol altına alınması gibi olaylardan sonra dağılan meclis üyelerinin Ankara’da görevlerine devam etmesidir. Bu kaynaktan gelenler daha ilk anda Ankara’ya sığınabilen birkaç kişiyi müteakib meclise İstanbul bölgesinden gelenler ve Malta sürgünlerinin serbest bırakılanlarının katılımıyla oluştu. İkinci zümreyi ise sancak esası üzerinden daha çok müdafaa-ı hukuk gruplarının seçtiği üyeler oluşturdu. Tarihte hiçbir Osmanlı meclisinde görülmediği kadar ilmiye sınıfından ve medreseden de üyeler vardı. Gayrimüslim mebus ise yoktu.
MUSTAFA KEMAL’İN GÜCÜNÜN GÖSTERGESİ
Nihayet Mehmet Akif Ersoy gibi milli şairimiz dahil entelektüellerin katıldığı bu meclis, İstiklal Savaşı’nın yürütüldüğü bir organ haline dönüştü. 15 Ağustos tarihidir ki Büyük Millet Meclisi adının benimsendiği tarihtir. İlk kuruluşu Erzurum–Sivas’taki 16 Mart tarihli Heyet-i Temsiliye’nin adına kurulmuş olan bu meclisin adı Millet Meclisi diye geçiyordu. Meclis üyelerinin yüzde 8’i din adamları, yüzde 34’ü sivil bürokratlar, yüzde 13’ü askerlerden oluşuyordu. Askerler 1924 Anayasası’nın yürürlüğe girmesinden sonra kendi istekleriyle ya istifa ederek siyasete devam ettiler yahut da Mareşal Fevzi Çakmak gibi askeri kariyeri tercih ederek yerlerinde kaldılar.
Meclisin açılması Türkiye sathındaki redd-i ilhak cemiyeti, vilayet-i şarkiye, müdafaa-i hukuk cemiyetleri gibi muhtelif direniş gruplarının bir araya toplanmasından oluştu. Bu büyük bir başarıdır. Birçok düşünürün ve yazarın ifade ettiği gibi askeri zaferden evvel bütün temeli oluşturan, önemli bir başarıdır. Bu Mustafa Kemal Paşa’nın siyasi gücünün göstergesidir. Ankara ise böyle bir Büyük Millet Meclisi oluşumunu, çalışmasını ve mücadelesini desteleyecek bir bölge olarak daha o günden modern tarihe adını yazdırmıştır. Zaten 27 Aralık 1919 tarihinde Mustafa Kemal Paşa şehre ulaştığında şehrin müftüsü Börekçizâde Rifat Efendi, sivil memurlar, askeri bürokrasi, Bayrami Şeyhi, esnaf ve tüccarlar kendisini büyük coşkuyla karşıladılar. Bu daha evvelki kongre merkezlerinde görülmeyen bir havaydı. İkinci ve asıl önemli husus Ankara, demiryolunun bittiği noktaydı. Yani modern harbin en önemli aracı olan demiryolu şebekesinin başına geçilmişti. Zaten ziraat mektebi dediğiminiz Kalaba semti tarafındaki binadan evvel Mustafa Kemal Paşa’nın ofisinin Ankara garındaki bina olması bir tesadüf değildir.
VE MECLİS BİR ANAYASA YAPTI
Meclisin içindeki siyasi gruplar şaşılacak derece birbiriyle bağdaşamaz durumdaydı. Hatta Yeşil Ordu gibi doğaçlama ortaya çıkan içinde halkçı sosyalist örgülerden muasır Bolşevizm’e karşı sempati besleyenler de yer alıyordu. 1921 tarihinde saltanat devletinin anayasası yanında meclis bir anayasa daha yaptı. 1921 Anayasası kısa bir anayasadır, bugün bile görülmeyecek derecede adem-i merkezci bir yapı içermektedir, yerel kurullara çok önem vermekteydi. Bu öngörü tatbik edilmedi. Birlikte yürünecek bu anayasanın yanında 1921 Anayasası’nın uygulanmaktan çok bir hedef teşkil ettiği görülüyor. Bir kenara itilmesi beklenen 1876 Anayasası ise zaten konvansiyonel sistem yürürlükte olduğu için “sözde yürürlükteydi” ama idari ruhu itibarıyla merkeziyetçi sistemi devam ettiren bir meclis hükümetinin ve Anadolu idaresinin vazgeçemeyeceği bir belgeydi. Bu çelişkiyi ancak 1924 Anayasası ortadan kaldırdı.
ÇOCUKLAR BU VATANIN ANA UNSURU
Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin en önemli sorunlarından birisi öksüz ve yetim kalan çocuklardır. İstiklal Savaşı’nın önemli acılarından biri çocukların durumuydu. Uzun süren bir büyük savaşın kalıntılarını yaşayan memlekette bu mücadele devam ediyordu. Çıkarılan kanunlara uyulması, halkın olağanüstü vergileri kabul etmesi, harfiyen riayet etmesi ve milli müdafaanın gereklerini istisnasız yerine getirmesi Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin en büyük başarısıdır. Muhalif gruptan tenkidi yükselten hiç kimse ne azalıktan atılmıştır ne de hakkında soruşturma açılmıştır.
Bugün, bir asır sonra Büyük Millet Meclisi’nin bu ruhi yapısını hâlâ özlüyoruz. Bizce özlemin hep devam etmesi lazım. Bir devletin ve sistemin kuruluşundaki ruh, yaşadığı, kutsandığı derecede istikbale emin adımlarla yürünür. Bu bayrama 1927’den itibaren Milli Hâkimiyet Bayramı değil aynı zamanda Çocuk Bayramı deniliyor. Çünkü çocuklar bu vatanın ana unsuru olarak düşünülmelidir. Bu ilkeyi son depremin acı kalıntıları arasında da aklımızda her an tutmaktan vazgeçmemeliyiz.
Gönder